Çok para dedi Komutan Marceus. Çok
para... Üstelik ellerinde tam olarak kaç askerimizin olduğunu bile bilmiyoruz.
Kimse alınganlık göstermesin ama hazinemizin hali ortadayken, senatoya
beceriksizliğimin bedeli diye bu kadar fidye teklifini sunamam.
“Ama efendim...” dedi yandaki asker
çekine çekine. “Bu biraz da bizlerin suçu değil mi? Peki ya halk? Halka ne
deriz?”
“Öldü deriz komutan. Kaybettik
hepsini. Uzatma. Bir sandık altını, bin asker orada esir kaldı diye veremem.
Paralı asker tutsam çok daha kârlı olur bu iş. Haber yolla hemen, dilediklerini
yapsınlar. Ama sanma ki gazabımdan kurtulacaklar.”
Marceus’un yanındaki komutan çaresiz
ve düşünceli bir edayla kafasını öne eğip usulca odadan çekiliverdi. Kral Marceus
ise gözlerini batan güneşe dikmiş, yenilginin hırsıyla altın kadehindeki içkiyi
yudumlamaya koyulmuştu.
***
Septhenya zindanlarından yükselen iniltiler
duvarlarda yankılanıyordu. Işığın bile korkudan giremediği dar geçitler, adeta
birer megafon görevi yaparmışçasına dehşet verici inleme ve yardım seslerini
şehre yayıyordu. Savaşta yakalanan esirler, toplum suçluları ve
cezalandırılmayı bekleyen diplomatlar bu zindanların küflü kokusunu içine
çekmeden öldürülmezdi.
Dip zindanların birinde havanın basık
kokusuyla kaplanmış loş ortam, mahkûmların uykusunu getirmişti. Koridorda yanan
meşalenin belli belirsiz ışığı, duvara yaslanmış şekilde uyuyan Marceus’un en
sağdık komutanının suratında dalgalanıyordu.
Rüyasında kralını, Marceus’u
görüyordu. Ormanda birliktelerdi. Marceus
önde yürüyor o da arkasından adım adım kralı takip ediyordu. Bir ara kafasını
sağ tarafta akan ırmağa doğru çevirdi. Puslu havada belli belirsiz bir kayanın
üstünde oturmuş periyi gördü. Bembeyaz yüzü ve griye çalan saçlarıyla kuşanmış peri
sakince uzaktan onları seyrediyordu.
“Gitme” dedi peri kafasını kaldırarak.
O an komutan yürürken duraksadı ve
periye “neden” diye sordu merakla.
“Gitme” diye tekrarladı peri.
“Ama O… O benim Kralım.” dedi komutan,
bir elini ileriye doğru kaldırıp.
“O sadece kendisinin kralı!”
Peri kafasını önüne çevirerek büzüştü.
Komutan Dukas ise tekrar önüne doğru baktı. Kral Marceus’la arasındaki mesafe
git gide açılıyordu.
Rüyadayken aniden irkildi.
Demir parmaklıkların kilidi gürültüyle
açılırken, Septhenya Kralı ve zindan ağası yanındaki muhafızlarla içeri daldı.
Komutan Dukas, yaslandığı duvardan doğrularak uykusunu atmaya çalışıyordu. Diğer
mahkûm askerler de uyanmaya başlamıştı. Zindan ağası elindeki parşömeni, şişmiş
göbeğinin üzerinden yüksek sesle okumaya başladı:
-Ey şımarık Septhenya Kralı! Elbet her
gün yeniden doğan güneş sana da bir gün mağlubiyet acısını tattıracak. O gün bu
kadar şımarık olabilecek misin? İstediğin on bin altını sana vermiyorum. Hatta
sen bana on bin altın yolla, sana bin asker daha göndereyim. Dilediğini
yapabilirsin.”
Zindan ağası elindeki parşömeni
katlarken, Septhenya Kralı yerde dizilmiş askerlere seslendi.
“Görüyorsunuz işte Luthenyalılar, siz
böyle bir kralı hak edecek ne yaptınız? Bir kral bu kadar gurursuz, bu kadar
kibirli ve halkına bu kadar umursamaz davranacak cüreti nereden alıyor?
Söyleyin sizlerin idamı Marceus’a en ufak bir üzüntü, en ufak bir keder verir
mi? Tabi ki hayır. Umurunda bile değilsiniz. Sizi savaş meydanında nasıl terk
ettiğini gözlerinizle gördünüz. Sizi nasıl umursamadığını az önce göndermiş
olduğu haberle kulaklarınızla duydunuz. Sizi bu kadar kör, bu kadar sağır
edecek ne yaptı bu şeytan? Hala Marceus’un uğruna ölecek kadar ahmak var mı
aranızda?
***
Birkaç gün sonra Marceus öğle
yemeğindeki şarap eşliğinde kızarmış kuzu budunu ısırıyordu. Dışarıda yağmurun ıslattığı
toprak kokusu saray balkonundan odanın içine doğru vurmaktaydı. Üstüne birde ağaçların
yeni açmış çiçek kokuları masaya eşlik ettikçe yemek daha bir iştah açıyordu.
Bahar mevsiminde hep böyle olurdu
Luthenya toprakları. Bir yandan yağmur çiseler, diğer yandan güneş bulutların
arasından sürekli kendini göstermeye çalışırdı. Toprak, ağaçlar, kuşlar,
bulutlar, güneş kısacası tüm doğa canlanırdı bahar aylarında.
Belli belirsiz koşuşturma sesleri
geliyordu koridorlardan. Ardından kılıç sesleri duyulmaya başladı. Yemek yemeyi
kesip ayağa kalkan Marceus’un kapısı büyük bir gürültüyle parçalanıverdi. İçeri
onlarca asker girmiş, yüzlercesi de koridorlarda öfkeyle olacakları seyretmekteydi.
İçlerinden biri öne atılarak krala
fırsat vermeden kanlı kılıcını Marceus’a doğrulttu.
Bu, esir Komutan Dukas’tı.
Septhenyalılar onu nasıl öldürmez diye
düşündü bir an Marceus, sonra panikten kurtulmaya çalışıp Dukas’ın ona hep
sadık kaldığını hatırladı.
Dukas öfkeyle Kral Marceus’a doğru
yönelip ayağının altıyla tekmeyi basıverdi. O an Marceus, şarabın verdiği
sersemliğin de etkisiyle yere uzanıvermişti.
“Hain domuz! Ruhunu şeytana teslim
etmiş kral müsveddesi. Sen bir kral olmanın onurunu taşımıyorsun!” dedi bağırtıyla.
Kral Marceus’tan ses soluk yoktu.
Kesilmeyi bekleyen tavuk gibi ipek pelerinin içinde büzüşmüş, olacaklardan
habersiz titriyordu. Bu bir isyan olmalıydı. Göz gezdirdiğinde etrafta hiç
muhafızının olmadığını fark etti. Demek ki isyancılar hepsini katletmiş olmalı diye
düşündü. Ama nasıl sessiz sedasız gelebilmişlerdi buraya kadar?
Yardım alacağı kimse gözükmüyordu.
“Bağışla beni” dedi Marceus.
“Yalvarırım hayatımı bağışlayın!”
“Hain domuz, o kıyamadığın hazinenin
altınlarını sana kim getirdi? Kimin parasını kimden esirgedin sen?”
“Yalvarırım yapmayın…” dedi
isyancılara başını çevirerek.
“Esas sen koca komutan… Luthenya’nın
devrik kralı… Sen, bir altın bile etmezsin. Duyuyor musun beni? Bir altın kadar
kimsenin gözünde değerin yok!”
O an Komutan Dukas’ın aklına bir fikir
geldi. Septhenya kralının desteği ve yanındaki askerlerle ülke tahtına oturacak
ve yeni yönetici kendisi olacaktı. Evet, Septhenyalılar fidyeyi alamayınca tüm
esirleri galeyana getirip serbest bırakmıştı. Ama bu yaşananlar bir sandık
altından daha değerliydi onlar için.
Komutan Dukas serbest kalınca,
emrindeki bin kadar askerle saraya yürümüştü. Üstelik yaptığı isyana hemen hemen
kimse karşı çıkmamıştı, hatta onu desteklemişlerdi bile. Sanki herkes bunu
ister gibiydi. Ama Marceus’dan bir farkım olmalı diye düşündü o an. Onun kadar
acımasız, merhametsiz olmamalıydı. Marceus’a bir fırsat vermeli ya da öyle görünmeliydi.
Böylece tahtına oturduğunda halkın onu benimsemesi daha kolay olacaktı. Onun
gibi zalim olmadığını kanıtlayacaktı.
“Hain Marceus!” dedi ve devam etti Dukas:
“Sen bizleri, en sağdık komutanını,
halkını, askerlerini bir sandık altınla değiştin. Savaş meydanında onurunu
yerlere fırlatıp, pis canının uğruna kaçıp, bizleri düşmana yem ettin. Ülkeni
küçük düşürdün. Gözünü sadece para bürümüş ama ben sana bir fırsat vereceğim. Şimdi
dinle beni;”
“Eğer bu şehirde sana acıyıp bir altın
veren olursa, o altını alıp bana getireceksin. Karşılığında hayatını
bağışlayacağım.”
Marceus’un titremesi yavaşlamış ve
korku dolu gözlerini hafifçe kısmaya başlamıştı. Bu onun için bulunmaz
fırsattı. “Onlarca dostum var bir altın nedir ki?” diye geçirdi aklından.
Yeniden ağaçların kokusunu koklayacak ve yaşamaya devam edecekti.
Arkasında dört muhafızla Marceus
pelerini sırtından alınmış, kirli elbiselerle şehri dolaşmaktaydı. En yakın
dostlarına gitti hemen. Ancak bir terslik vardı. Kimse yardım etmeye
yanaşmıyordu. Samimi ahbaplarından biri “Üzgünüm dostum...” demişti. “Sana
yardım edersem ordu beni hain ilan edebilir.”
Kapılar birer birer suratına
kapanıyordu. Politikacılar, emekli askerler, diplomatlar, tüccarlar hepsi adeta
ağız birliği edercesine yüz çevirmişti Marceus’a. Aslında vakti vardı akşam
olmasına ama hala bir altın bulamamıştı. “Lanet olasıca bir altın… Koca Kralın
bir altın kadar değeri yok muydu bu ülkede?” diye mırıldandı. Üstü başı kir
içinde kalmış, ipek gömleği lekelenmişti.
Sokaklardan birinde yine kapılar
yüzüne kapanırken, yaşlı bir adam domuz sürülerinin içinden sesleniverdi ona.
“Marceus! Kralım… Ne oldu böyle size?”
“Ah…” dedi Marceus, ihtiyarın bulunduğu
çitlere koşarak. “Ah efendim sormayın, altın… Bana bir altın borç verebilir
misiniz?””
“Ben mi?”
“Evet söz veriyorum geri ödeyeceğim.”
Olanları yaşlı adama anlatınca, yaşlı
adamın gözlerinde bir ışık belirdi.
“Bay Marceus belki size bir faydam
dokunabilir. Eğer bu domuzların altındaki gübreleri temizleyip ahırı düzenlememe
yardım ederseniz ben de size yardım edebilirim.”
Marceus düşünmeden kabul etti ve iri
süpürgeyi alıp hemen ahırı, domuzların altındaki gübreleri temizlemeye başladı.
Leş gibi kokuyordu ortalık, dayanılmaz bir hayvan pisliği kokusu vardı. Halbuki
saatler önce taptaze bahar kokusu eşliğinde öğle yemeğini yiyordu. Şimdi ise
canla başla domuz gübresi temizliyordu.
Yağmur çiseledikçe üzerindeki
elbiseler vücuduna yapışıyor, düşen damlalar kendi terine karışıyordu. Eğilip
kalktıkça ıslaklığı, vücudundaki ısıyla birlikte buhar olup havaya tütüyordu.
Muhafız askerler bir köşede olan
biteni seyretmekteydi. Marceus’un bu hali onlara keyif veriyordu. Yaşamak ve hatta
intikam almak ne kadar güzel bir duyguydu onlar için. Oysa daha birkaç gün önce
Septhenya zindanlarında ölümü düşünüp; şu çaresiz Marceus’un gelip onları kurtarmasını
beklemişlerdi.
Saatler süren çalışmanın ardından
ahırın ve etrafın temizliği bitmişti. Hemen koşarak ihtiyar adama yöneldi.
“Efendim.” Dedi.
“Efendim hepsi bitti. Altınımı
verebilir misiniz?”
“Al bakalım” dedi ihtiyar cebindeki
bir gümüşü çıkararak. “Bugünkü tüm kazancımı sana veriyorum.”
“Ama bana altın lazım.”
“Kral Marceus… Ben aylarca ahır
temizlesem yine de bir altın kazanmıyorum ki.”
“Yani sende hiç altın yok mu?”
“Yok tabi…” dedi ihtiyar, ağzındaki
eksik dişlerle sırıtarak. “Yıllarca ben size hizmet ettim; bir gün de siz bana çalıştınız
çok mu? Hem belki böyle küçük işlerde çalışarak ufak ufak biriktirip
toplayabilirsiniz bir altını, fena mı oldu?”
Marceus öfkeyle yaşlı adamın buruşmuş
boynunu tutup sıkmaya başladı.
“Seni yaşlı herif!” diye bağırıyordu.
Öldürürcesine yapışmıştı adamın
boğazına. Yaşlı adamın suratı soluk beyaz renkten pembeye dönerken Marceus,
sırtındaki muhafız yumruklarının acısıyla ellerini çekmek zorunda kaldı.
“Ahmak kafam…” diye geçirdi içinden. “Saatlerimi
o domuz ahırında heba ettim.”
Saatler ilerlemişti…
Gün batmak üzereydi ve artık Luthenya sokaklarında
yürüyecek gücü bile kalmamıştı. O yürüdükçe arkadan gelen muhafızlar da onu
takip ediyordu.
Halkın Marceus’a yardım etmesini
bırakın, kralı tanıyan insanlar yerdeki taşları alıp suratına fırlatıyordu.
Öyle ki kafasında oluşan taş darbelerinden yüzüne kanlar akıyor, yağmur
eşliğinde kirli beyaz gömleğine doğru süzülüyordu.
Penguen gibi ayaklarını açarak kafası
öne eğik, çaresizce yürürken saatler ilerliyordu. Bir an yürümeyi bıraktı ve çamurlu
suların ortasına dizlerinin üzerine çöktü.
Cebinden ihtiyarın verdiği gümüşü
çıkarıp parmaklarının arasına aldı, yağmurun paraya çiselemesini seyretti
dalmış vaziyette. Bir an kafasını kaldırıp batmakta olan güneşe doğru, çaresiz
ama umursamaz tavırla gülümsemeye başladı.
Uğur Aslan
Öyküyü rıhtımda okumak için: https://oykuseckisi.com/kral-marceus/